Huzur Dolu Bir Sabah Sizin Olsun...

Huzur dolu bir sabah...
Süt kokan koridorlar...
Sımsıcak bir dokunuş...
Sizin olsun, Sevgiyle...


Lilypie 3rd Birthday Ticker

22 Temmuz 2008 Salı

Zamanı Oyuna Getirmek;)

Son aylar inanılmaz bir tempoda geçti; Amerika seyahati, evin toparlanması, yeni eve taşınma falan derken tarihler, saatler hatırlanmaz oldu yine. Ama şimdi ben zamanı oyuna getirip, bir güzel zamandan çalmaya başladım sonunda:)



Biraz önce Essoşları yolcu ettim, şimdi evin girişinde ayaklarımı uzatmış, bunları yazarken Kaan keyifle bahçesinde oynuyor. Hiç ses yok etrafta, sadece tatlı bir esinti. Arka tarafa bilerek geçmiyorum yoksa dayanamayıp Belgrad ormanına karşı uykuya geçeceğim sanki çocukluk zamanlarında sıcak bir yaz öğleden sonrası pikeye sarılmış uyunan uykular gibi.



Yakınımda olanlar bilirler son zamanlarda bu İstanbul'u iyice sevmez olmuştum, o insanının üstüne üstüne gelen kalabalığı, gittikçe hiddetleşen insanlarıyla oldukça tatsız bir şehir olmuştu benim için... Ama burda, Kilyos'ta bambaşka bir İstanbul'u keşfediyorum şimdi. Tıpkı Adana'da olduğu gibi en fazla 1,5 saat içerisinde alışverişten, kuaföre kadar birçok işimi halledebiliyorum. Üstelik tıpkı çocukluk günlerimdeki gibi burada herkes birbirini tanıyor. Her girdiğim yerde insanlar karşılıklı çok nazik, belli ki birbirlerini ta çocukluktan tanıyorlar. Üstelik şehirdeki tüm markalar burda var. Geçen haftasonu Hakan'la Zekeriyaköy'deki Fincan'a gittik; tam bir açıkhava Mojo şeklindeydi. İnanılmaz keyif aldık... Daha önce iş konuları öncelikli konuşma iken şimdi bahçedeki şeftali ağacından konuşabilmek harika. Bir önceki blog'umda yazmıştım 'yaşlanmamaya karar verdim' diye, işte şimdi burda zamanı oyuna getirebilirim gibi geliyor bana;)



İstanbul'dan bunalıp da, bu şehirden ayırılmayanlara başka İstanbul'ları keşfetmeyi öneriyorum...Neden Kilyos'tan başlamayın ki?

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Bir Cuma gecesi kararı

Elimde Esoş'un aldığı Martini bardağında Martini Bianco, yanında evde bulabildiğim tek çikolata olan Kinder, radyo'da club music, üstümde Zeynep'in çok keyif aldığım tasarım t-shirt'lerinden bir tanesi (AyşeZeynep, www.tasarimd.com; şiddetle tavsiye ederim)... Sex and the City'i uzun bir dizi kıvamında izlemiş, keyifli bir gece geçirmiş ruh halindeyim. Hakan Necla Anne'yi eve bırakırken, blog'uma not düşmek istedim; yaşlanmamaya karar verdim;)

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Bir Cumartesi Sabahı


Oyun Güncesi....








Sabah 09:00- Anne ile yatakta süt eşliğinde kitap okumaca
09:30- 10:00- Baba ile atçılık
10:00- 10:30- Mickey Mouse CD si izleme
10:30- 11:30- Odada oyun hamurları












11:30-12:30- Banyoda batık şehir















Yemek saati geldi mi? Bugün nasıl biter; marketing mi, relationship management mı, yıl kapama mı...? Annelikten daha büyük yaratıcılık ve sabır gerektiren bir meslek var mı söyler misiniz lütfen... Hem istifa etmek yok, emeklilik yok, bir ömür boyu devam... Ama söylemesi benden maaşı çok yüksek;)














22 Şubat 2008 Cuma

Bucket List

Adana'dayken 'Bucket List'i Topak'la izleyip, üzerine uzun uzun konuşmuştuk; bizim hayallerimiz neler diye... Dönüşte Gümüşsuyun'daki Topaz Restoran'da Hakan'la keyifli bir yemek sohbetinde ortak 'bucket list'imizi çıkardık. İlginçtir filmde olduğu gibi bizim listemizde başka yerler gezip görmek üzerineydi. Insanoğlunun ortak özelliği bu olsa gerek, merak; başka yerler, insanlar... İşte biz bu senede, her sene doğum günümü bahane edip başka ülkelere gittiğimiz gibi, ikinci kere New York planları yapıyoruz; uçak bileti rezervasyonlarımızı yaptık bile, şimdi keyifli bir otel arayışındayız. Hatta bu sefer bir adım öteye gidip, bu çılgın şehirden ev bile bakacağız. Kafamıza ve bütçemize uygun bir stüdyo daire bulabilirsek satın alıp Deryoş'lara kiraya verme planları bile yaptık:) Hayal etmekte güzel, gerçekleşmese bile... Önce Chicago ardından New York, Haziran'ı iple çekiyorum.



Bizim Bucket List (sonradan ben 1 ekleme daha yaptım:)) :
  • Güney Fransa'dan İtalya Floransa sahiline kadar, klasik bir araba ile hip otellerde konaklamalı bol şaraplı ve espresso'lu bir yolculuk (Müge)

  • Karayipler gemi turu (Hakan)

  • Güney Afrika/ Kenya safari turu (butik çadırlı konaklamalı) (Müge)

  • Bodrum'daki evi hep istediğim şekilde tamamen sıfırdan dekore etme (Müge)

  • İspanya sahil, Fas'a kadar (Hakan)

  • NY ya da Londra'da doktora (Müge)

  • NY, San Francisco ya da Barcelona'da 3-6 ay yaşamak (Müge, sonradan ekleme)

  • Alp'lerde kayak (Hakan)

Topaz ile ilgili:

Gazetelerede çok yazılıp çizildi, biz de bir gidelim dedik. Manzarası birçok kişiye muhteşem gelebilir ama beni çok etkilemedi, ya ben bizim evin manzarasını daha çok seviyorum ya da boğazı o kadar çok görüyorum ki üzerimdeki etkisini kaybetti. Dekorasyona gelince, bana 70'lerin otel restoranlarını anımsattı, sevmedim. Ama gelen kitlenin yaş ortalamasına bakınca, 40+, eminim onların hoşuna gitmiştir:) Menü ise karmakarışık, özerkliği yok; Osmanlı yemekleri, İtalyan ve İspanyol mutfağı...Yemekler ise kesinlikle vasattı; başlangıç olarak Fener Carpaccio felaketti, insanı sushiden bile soğutur, tadını ve kokusunu uçak yemeklerine benzettim. Ardından istediğim rokalı pizzanın çok çok daha iyilerini Mezalluna ve Zazzie'de yiyebiliyorum. Şarap listesi Türk şarapları açısından oldukça kısırdı, Corvus ya da Kavaklıdere şarapları yoktu. Nedenini sonradan anladık meğer Petrus şaraplarını satmak için özel Fransız şarap garsonu bile getirtmişler, biz almadık:) Kısaca 45 yaş üstüne gelene kadar Topaz'a gitmeyin derim.))



Favori Albüm:

Kesinlikle Teoman'ın yeni albümünü herkese tavsiye ederim. Sezen Aksu'dan Yaşar'a birçok sanatçı Teoman şarkılarını kendi yorumları ile seslendirmiş. Çok keyifli bir kısa hikayeler kitabı gibi... Kimi zaman kendi hikayemi, kimi zaman yakın bir arkadaşımınkini, kimi zaman ise hiç tanımadığım birinin hikayesini dinler gibi tekrar tekrar dinliyorum. Ben Teoman'ın şarkılarını çok seviyorum...

21 Şubat 2008 Perşembe

Eninde Sonunda Adana'ya Geleceksiniz;)





Yazının başlığını Sinan Tanyıldız'ın Referans'taki Çukurova köşesindeki yazısından aldım( http://www.referansgazetesi.com/sonhaber.aspx?YZR_KOD=117). Sömestr tatili için Adana'daydım ve geldiğimden beri yazmaya bir türlü fırsatım olmamıştı. Bu sabah Sinan Bey'in köşesini okuduktan sonra artık daha fazla dayanamadım.
Günler o kadar hızlı gidiyorki hiçbirşeye istediğim kadar zaman ayıramıyorum. Ne zaman Şubat geldi, Adana'ya gittik ve döndük düzgün sıraya koyamıyorum bile. Bu nedenle zaman yönetimiyle ilgili her türlü yazı dikkatimi çekiyor, Sinan Bey'de yazısının başlığını 'Yılda 720 saat kazanabilirsiniz' diye koyunca duşa girmeyi, kahvaltıyı bitirmeyi, Kaan'ı okuldan almak için çok az zaman kalmasını falan bir tarafa bırakıp yazıyı bir solukta okudum. Konu Deulcom'un sahibi Baybars Bey'in eşi ve çocuklarıyla Adana'ya yerleşmesi üzerine. Deulcom'un İstanbul başta olmak üzere çeşitli şehirlerde şubeleri var. Ben de Baybars Bey'i Hakan aracılığıyla dolaylı olarak tanıyorum ve kendisinin Adana'ya taşınıp işlerini burdan yürütmesi bana umut vermedi değil:) Çünkü en baştan beri, taa üniversite yıllarından itibaren Adana'ya bir gün döneceğimi düşünürüm. Ancak İstanbul'da evlenip yerleşince, bu hayal bana oldukça uzak görünür olmuştu. Hemen yazıyı kesip buzdolabına yapıştıracağım, bakalım...:)

Şöyle basit bir hesap yapmışlar, Adana'ya taşındıktan sonra Baybars Bey'in işe varması için 15 dk yeterliymiş, oysa İstanbul'da ancak İstanbul merkezine 1 saat 15 dk'da ulaşabiliyormuş. Sadece bunu hesaba katarak artık günde 2 saat fazladan zamanı olduğunu; yani ayda 60 saatten yılda 720 saat kazandığını söylüyor. Kesinlikle doğru! Benim de İstanbul'la derdim bu zaten. Yoksa o muhteşem Boğaz, Karaköy manzarası, martı sesleri, eğlence yaşamına bir dediğim yok. Ama o trafik yokmu, herkesi mutsuz kılıyor; hele evli ve çocuk sahibiyseniz hiç çekilmez olabiliyor çoğu zaman.

En basiti dün saat 10.15'te evden çıktım, Anadolu yakasındaki teyzemin evine vardığımda saat 11.05'ti. Orda ancak Sedo'larla vedalaşabilmek için 45 dk. durabildim; ardından saat 12:00'ye geliyorken uçarak arabaya bindim binmesine ama arabam uçarak gidemedi. Tüm çabalarıma, bağırıp çağırmalarım ve söylenmelerim eşlik ederken Robert'in kapısından içeri girdiğimde saat 13:10'du. Oysa Kaan'ı 12:30'da almış olmam gerekiyordu. Allahtan okula tüm gün giden çocuklar varda sorun olmuyor. Kaan'ı aldıktan sonra eve gelmem, inanmayacaksınız ama, tam bir saat sürdü. Kaan aç olmanın yanı sıra, korna seslerinden uyayamadığı için oldukça huysuzdu. Evde de toparlanamadık bir türlü. Evdeki bağrış çağrıştan sonra 14:00'te Kaan'ı bırakıp yine uçarak Fulya Terrace'a gittim. Oraya verdığımda saat14:30'du, 15:30'da Hakan gelip beni aldı ve 16:00'daki veli toplantısına yetiştik. Sonra kar yüzünden yapamadığım market alışverişi ve ev. Evden içeri girdiğimizde saat 19:00'a geliyordu. En basit hesapla yaklaşık 5 saatim sadece hiçbirşey yapmadan trafikte geçmiş. Korkunç! Oysa yıllar bu kadar hızlı geçerken o 5 saat ne kadarda değerli. Bir gün boyunca sadece ve sadece kendime ayırabildiğim 30 dakika var, yanlış anlaşılmasın bu dakikaları da sadece temel ihtiyaçlar için (duş, kahvaltı, giyinme) kullanabiliyorum. Tabiki hergün böyle değil ama İstanbul'da bir anne olunca ne yazık ki çoğu zaman böyle geçiyor. Çalışan anneler için ise durum daha da vahim mi yoksa daha iyi mi karar veremiyorum bazen. Sonuçta çocuğa bakan birileri var ve onlar en azından arkadaşlarıyla bir kahve sohbeti, öğle yemeği kaçamağı yapabiliyorlar. Çok canları istese işi bir kenara bırakıp yarım saatlerini sadece kendilerine ayırabilirler. Ama bir çocuğun tüm sorumluluğu üstünüzde olduğunda kaçış yok; sabah kavaltılarını yaptırmak, okuldan almak, öğle yemeği yedirmek, oyun oynamak gibi asli ve kaçılamaz görevleriniz var. Mesela şu anda Kaan uyudu ( hergün öğlenleri uyumaz yani bugün şanslı günüm) ve ne yapacağımı şaşırdım; yemek mi yesem, blog'uma mı yazsam, bitirme projem üzerine mi çalışsam, okumam gereken kitapları mı okusam, etc. İşte İstanbul'da yaşam benim için böyle birşey, gelelim Adana'ya...












Sedo, kızı Derin , ben ve Kaan 1 hafta kadar Adana'daydık. Gürültü patırtı, bağrış çağrış, hastalık derken zaman çok çabuk geçti. Ama tüm zamanlar bize aitti bu sefer, trafiğe 1dk mı bile kaptırmadım, ne büyük bir mutluluk. İstanbul'la kıyas yapabilmek için Adana'daki bir günden örnek vermek istedim.




Ev dağnıkmış, çocuklar anneler pijamalıymış kimin umrunda çünkü biz ADANA'dayız:))





Sabahları kahvaltı telaşından sonra, anne evinde olmanın verdiği rahatlıkla uzunca bir süre pijama ile dolaşma, hep birlikte sabah kahvesi içme, gırgır faslından sonra Kaan'ı pusete koyup doğru Atatürk parkına. Atatürk parkına gitmem 3-5 dk arası sürüyordu; biz bu parkta Kaan'la o kadar çok eğleniyoruz ki...

Hava güzel, çok bakımlı kocaman bir park, koşturan köpekler, yerden fışkıran sular, meyve yüklü portakal ağaçları. Çocuk haklı alışık değil, portakal toplayıp pusete dolduruyoruz, Kaan istediği gibi özgürce koşuyor, her yer rengarek çiçek dolu...
Düşünsenize İstanbul'da hiç ağaçtan portakal topladınız mı, yanlış anlamayın şehrin merkezinden bahsediyorum:)
1 saat içerisinde o kadar eğleniyoruz ki eve bazen uyuyarak dönüyor, o 4 dk lık kısacık yolda bile (kimi zaman bizim garajdan çıkmam bu kadar sürer İstanbul'da). Sonra evde Kaan uyumamışsa öğle yemeğini yiyor, ben anneanneye bırakıp çıkıyorum (anneanne varken istersem tüm gün dışarda kalabilirim işte o özgürlük hissi varya onu hissetmek bile yeter). Kaan uyurken ben Amerikan pazarında alışveriş yapıp, kuaförde saçımı yaptırıp, Pasta'dan öğleden sonra gelecek Burçak'lar için birşeyler alıp eve dönebiliyorum. Kaan uyanmamış bile:) Oysa bu süre zarfında ben ancak arabayla kuaförün kapısına ulaşmış olurdum.
Buradan yola çıkarak ütopik yaşantım şöyle olabilir:) Hafta içi Adana'da yaşam, haftasonları İstanbul'daki eve gidiş ve dilediğin zaman yurtdışı seyahatleri. Adana'da trafikten arta kalan o kadar zaman var ki yaşamak için ister İstanbul'a gitmek için ister Barcelona'da değerlendir.

PS: Nigar Teyzemlerin evinde kuzenlerle çekilmiş bir fotoğraf... Bu fotoğrafta en çok neyi sevdim biliyor musunuz? Benim çocukluk albümümdeki fotoğraflara çok benzemesini. İşte Adana bana bunu yaşatıyor, durağanlık, huzur, tanıdıklığın verdiği güven.








Gülsüm (kızı Mısra, oğlu Emir), Ben (oğlum Kaan), Yağmur, Sedo(kızı Derin)

22 Ocak 2008 Salı

Keyifli Bir Sabah...



Saatime baktım tam 10:30, bu demek oluyor ki daha 30 dk var- sadece bana ait-Heyoo:) Havada nasıl güneşli bugün, deniz pırıl pırıl... Acaba burdan taşınınca sabahları ve akşamüstleri denize bakmayı özleyecek miyim diye düşünüyorum? Neyse daha Nisan'a var, hayat bu belli mi olur. Aferin diyorum kendime bak yavaş yavaş uzun vadeli planlar yapmamayı öğreniyorsun, tam 30 seneni aldı ama olsun:) Neyse nerde kalmıştık...Hemen kendime özenle bir kahve tepsisi hazırlıyorum ( bol köpüklü bir şekerli kahve, su, minik çikolatalardan; sabahları insanların kendisini şımartması lazım değil mi ya?:)). Maillarıma şöyle bir göz gezdirip, blog'u ma bakıp (neye bakıyorsam babam, Topak, annem ve Hakan dışında yorum yapan olmadı, onlarda sözle olarak; yani online ama nerdeyse tam günlük tadında oldu bu blog, olsun.), hazırlanmam lazım.


21.yüzyıl kadınları...



Geçen hafta bakıcım ( yani Kaan'ın bakıcıs:) ) gittiği için, annem burdaydı. Ancak bu Pazar geri döndü; dolayısıyla geçtiğimiz haftasonu rahat rahat dışarı çıkabileceğim ve sabahın köründe uyanmak zorunda kalmayacağım tek haftasonuydu. Cumartesi gecesi yaşanan kısa bir konuşma üzerine düşünmeden ve buraya yazmadan edemedim. Hakan Cuma akşamı arkadaşlarıyla dışardaydı, bizde annemle evdeydik. Sonra Cumartesi gecesi Hakan dışarı çıkmak istemedi bense nefes alabileceğim son hafta olduğu için sinemaya gitmek istedim. Annem Hakan'la gitmem konusunda ısrarcıydı. Sonunda dedim ki ben tek başıma sinemaya gidiyorum. İşte o an annemin suratındaki dehşet ifadeyi görmeniz gerekirdi! Şimdi düşündükçe gülmeden edemiyorum. Ben evli barklı çocuklu kadın 21:30 matinesine sinemaya tek başıma mı gidecektim?? Aman allahım, anneme göre ne büyük bir hata! Oysa benimkisi oldukça masum bir istekti, canım sıkılmıştı ve sinemaya gidip, 1.5 saat film izleyip eve gelecektim. Ama anneme göre gece evli bir kadın tek başına, hemde! kocası evde oturuyorken... İşte size kuşak çatışması. İşte o an aslında biz kadınların, belki de Türkiye'de yaşayanların, eğitimli- cahil, fakir-zengin, büyükşehirli-taşralı, özgürlüğünün ne kadar kısıtlı olduğunu annemin büyüyen gözlerindeki o dehşet içerisindeki bakıştan anladım. Oysa ben bir kadın değil yetişkin bir birey olarak akşam tek başıma sinemaya gidebilmeliyim, canım isterse bir cafede otururken yemeğin yanında- tek başımada olsa- bir kadeh şarap içebilmeliyim, hatta bir haftasonu 1,5 güncük istediğim bir şehire turistik gezi yapabilmeliyim. Bu demek değilki aile bağına zarar verecek, genel ahlak düzenine aykırı şeyler yapacağım; sadece ve sadece özgür bir birey olarak kendimle başbaşa kalacağım. Aynı şeyi eşimde yapabilmeli ve aslında biliyoruz ki istese yapar ve kimse ona dehşet gözlerle bakmaz. İşte bu haksızlık değil mi? Deniyorki batı toplumları işte bunları özgür bıraktığı için giderek yozlaşıyor. Acaba biz insanlar nerede dur diyeceğimizi bilemiyor muyuz, yani bir özgürlük tanındığında hep daha fazlasını mı istiyoruz, işte annem o yüzden mi öyle bakıyor? Ya da yeterince birbirimize güvensek bu sorular, bakışlar olur mu hiç? Evliliği nasıl algılıyoruz ya da nasıl algılamalıyız? Şimdiye kadar hep ailesinin istekleri- dikte edilmese bile - ve mutluluğu yönünde hareket etmiş 30 yaşına gelmiş bir kadın bile hala annesinin beklentileri yönünde hareket etmeye çalışıyorsa bu doğru mudur, yanlış mı? Sorular sorular... Sonuç mu? Sinemaya Hakan'la gittik.



Belki tüm bunlardan ya da yaşlandığımdan:) daha ruhani kitaplara yöneldim, gerçi hep severdim... Olurda okuyan olursa yazdıklarımı ya da ilerde ben ne okuyormuşum diye dönüp bakmak istersem diye yeni aldığım kitaplar; Elizabeth Gilbert'in 'Ye, Dua et, Sev' isimli kitabı ( Bir kadının İtalya, Hindistan ve Endonezya boyunca içsel yolculuğu diye tanımlıyor), Paulo Coelho'nun ' Portobello Cadısı' (Athena'nın en büyük sorunu 21. yüzyılda yaşayan bir 22. yüzyıl kadını olması ve bu gerçeği hiç gizleyememesiydi diye tanımlıyor)... Daha kitaplara başlamadım ama şimdiden şiddetle tavsiye edebilir mişim gibi geliyor.



Güneş parlıyor, kulağımda Teoman'ın güzel ''hikaye- şarkıları''(şarkılarını böyle tanımlamak bana en uygunu gibi geliyor) ve zaman doldu. Huzur dolu bir sabah da sizin olsun....

8 Ocak 2008 Salı

Nostalji 2

Minik Müge, Hani şu beyaz gömlekli, saçları ortadan ayrılmış küçük kız:)) İnanabiliyor musunuz?


Kaan'ın vesikalık fotoğrafı dayısının emzikli fotoğrafının yanında yerini aldı:)

Arkadaşlar, anneler, babalar, dayılar, bekarlar, amcalar, teyzeler, halalar zaman çok ama çok hızlı geçiyor. Hayatımızı ona göre yaşamaya çalışalım derim. En azından denesek:)

Nostalji...:)








Annanneeeee&Kaan arabanın arkasında da ayrılmadılar:)







Bugün benim için oldukça nostaljik ve çok keyifli bir gündü. Çocukluğumun yaklaşık her Şubat tatilini kalabalık bir aile grubuyla geçirdiğim Babanemin evinde bu sefer oğlumlaydım. Kalabalık aile derken, biraz daha hayal etmeyi kolaylaştırmak için; annem, ben ve kardeşim hariç olmak üzere 3 amca, 3 hala, eşleri ve yaklaşık 9 kuzenden bahsediyorum:) Büyüklerin masası, küçüklerin masası, büyüklerin odaları, küçüklerin odaları, sabaha kadar gizlice oynan oyunlar, bol gülmeler, hep birlikte yapılan sabah kahvaltıları, bakkala gitmemek için uydurulan bahaneler, colo-cola eşliğinde ayçiçekli sohbetler...












Artık hepimiz büyüdük, bu arada ikinci en büyük torun olarak evlenen ilk ben oldum ve dolayısıyla Kaan'a gösterilen ilginin boyutlarının siz düşünün:) Adanalı bir ailenin en büyük oğlunun ilk torunu, tabi erkek:)) İşte Kaan Bey bugün halamları ve babanemi halı üstünde bol bol oyun oynattı kendisiyle. Babamın deyişiyle ' anasının mutfağında' tam da dedesinin yerinde uzandı güneşe karşı, bizim oturmak için ortaokul yaşlarına gelmeyi beklediğimiz büyüklerin yemek masasında yemeğini yedi, şimdi 25 yaşında olan dayısının altında oynadığı sehpanın altına bu sefer o arabalarını dizdi, bizim ailenin odasındaki yatakta, evdeki en rahat yataktır, yattı... Daha ne olsun! O zamanlar hiçte hayal edemeyeceğim şekilde oğlum benim yaptıklarımı yaptı. Hayat hiçbir zaman tahmin edilemeyecek bir hızla akıyor. Aslında yaşanılan üzüntüler, sevinçler ne kadar boş geliyor bazen, zaman bu kadar hızlı akarken. Birazda ürkütücü gerçekten bir bakıyorsunuz 8 yaşındasınız, bir bakmışsınız 30 sonra 45 sonra 60 sonra babanem gibi 85...Ürkütücü mü heycanlı mı karar veremedim...



Küçük Tankut Gürsoy:)




5 Ocak 2008 Cumartesi

Küçük Bir Çocukla İlgili...

Şu anda gözümün önünde küçücük yakışıklı bir çocuk canlanıyor...
Gülümseyen şirin yüzüyle, büyük bir keyifle elindeki dondurmasını yiyor,
Sonra yine o çocuğu düşünüyorum büyümüşte arkadaşlarıyla silgi savaşı yapıyor,
Bu sefer o çocuk büyümüş çılgın bir delikanlı olmuş, iyi okullarda okumuş,
İşte o çocuk başarılı olmuş, hayatını istediği gibi yaşamış,

Tek bir bakışla ve gülümsemesiyle istediğini yaptırıyor,
Zaman geçmiş o çocuk olgun bir genç adam olmuş,

Hoşçakal deme vakti gelmiş mi...
İçimden diliyorum hep dondurma yerken mutlu olduğun gibi ol diye....

4 Ocak 2008 Cuma

Eziyet Öncesi Huzur Mu?

Yılın son günü bizim için çok keyifsiz geçti. Pazartesi günü Kaan rahatsızlandı, ağır bir bağırsak enfeksiyonu, ve ardından kendimizi Amerikan Hastanesi'nin Acil servisinde bulduk. Kontrol, tedavi, bekleme derken o geceyi Amerikan Hastanesi'nde geçirdik. Kaan sabaha kadar serum aldı. Tahmin edersiniz ki Kaan'ın ağlaması, üzüntüsü, korkusu bizim yüreğimize x5 yansıyor. Sabaha kadar hep yanındaydık... Ertesi gün, yani yılbaşı günü, ancak öğlen saatlerinde hastaneden taburcu olduk. Kaan'ın tedavisi hala evde devam ediyor. Bir de üzerine bakıcımız Bulgaristan'a gitti. Allahtan annem hızır servis olarak Adana'dan geldi... Kısadan hisse, benim unutmakta ısrarcı olduğum ama hayatın bana hep hatırlattığı birşey var aklımda; 'Asla kesin planlar yapma, yapsan bile gerçekleşmeyeceklerine dair hep bir kuşku payı bırak içinde!'

İşte yılbaşı gecesi 12:00'yi bile bekleyemeden uyuduğum, hastalıklarla boğuştuğumuz, sınavlarımın olduğu, ders projesini bitirmek, dönem projesine başlamak zorunda olduğum keyifsiz ve yorucu bir 2008 haftasında kar yağışı bana çok iyi geldi. Dün direksiyonda o keyifli Ortaköy-Beşiktaş sahil yolunda usul usul yağan kar ruhuma huzur getirdi. Tek bana değil sanki tüm İstanbul huzurluydu o anda... Kimse birbirini geçmek için didiş miyordu, korna çalan yoktu; Orhan Pamuk romanlarındaki durağan bir sahnede herkes telaş etmeden, tıpkı yağan kar gibi, sakin sakin ilerliyordu. Kar İstanbul'lulara bir neden vermişti bence... Bu inanılmaz günlük tempo içinde bir mola... İş toplantısına, eve, buluşmaya, okula geç kalınabilirdi artık, çünkü İstanbul'da kar yağıyordu. Ana yollarda yavaş yavaş ilerleyenler bile herzamanki sıkıntıdan uzaktı bence, çünkü kar hepimizin bahanesiydi. Hayatta bazen bahanelere ihtiyaç var! Pasteur'ün harika bir sözü var, yeni öğrendiğim, ' İlham hazırlıklı beyinlere güler'. İşte hayatta böyle kısa mollalar ruhlarımızı birazcık dinlendirip, hayata karşı daha hazırlı hale getirmiyor mu bizleri?

Şimdi laptop'ımın başında, Kız Kulesi'ne ve grileşen denize bakarken, usulca kar yağıyor ve düşünüyorum... Eziyete dönüşmeden önce bu karın tadını çıkarmak lazım...